20 Ağustos 2017 Pazar

İstasyonda Bir Akşamüstü / @kumrutelasi

Uzun süredir Twitter üzerinden takip ettiğim Kumru'nun kitabının çıktığını öğrenince bir yapbozun son parçasını yerleştirmiş gibi hissettim; tam da olması gereken oldu yani. 172 sayfalık İstasyonda Bir Akşamüstü kitabını hiçbir kitabevinde bulamayınca internetten sipariş ettim ve gözüm kapıda beklemeye başladım. Elime ulaştıktan sonra hak ettiği zamanı ve anı yakalayabilmek adına biraz beklemenin ardından dün gece kitabı bir solukta okudum. Kitap alışılagelmiş türlerin çok dışında, içinden gelindiği gibi yazılmış, konuşur gibi anlatılmış ve inanır mısınız sanki bir dert transferi için tasarlanmış.

Dün gece balkonda bir kitap mı okudum yoksa çok yakın bir arkadaşımla saatlerce dertleştim mi emin olamıyorum. Bu kitap bazen herkesin en az bir kere geçtiği o istasyon oluyor bazen hepimizin kimi zaman çıkmaya çalıştığı kimi zaman içinde durmaya alıştığı o çukur oluyor. Bazen sarhoş bir kadın, bazen gökyüzü, bazen ıssız bir sokak gibi oluyor. Her sayfasında, her cümlesinde öyle şeyler oluyor ki kendinizi gözleriniz dolarken buluyorsunuz, acı acı tebessüm ederken, kendi hikayenize dalarken...

İstasyonda Bir Akşamüstü'nde bir metin okumuyorsunuz; bir kadın size bir şeyler anlatıyor: sevmek nedir, hasret nedir, sitem nedir, öfke nedir ve tüm bu hasrete, siteme ve öfkeye rağmen hala sevmek nasıl bir şeydir... Bu kitap kız kardeşiniz gibi, omuzda ağlamak, arkana bakmadan koşmak ve elbette olduğun yere çakılı kalmak gibi. Her içiniz sıkıldığında sığınacağınız bir kucak gibi, her ciğerleriniz sıkıştığınızda kendinizi kapısında bulduğunuz arkadaşınız gibi. Okudum ve bitti diyemeyeceğiniz, tekrar tekrar elinize alacağınız, zaman zaman ihtiyaç duyacağınız bir ilaç gibi.

Yazmayı çok seven bir insan olarak İstasyonda Bir Akşamüstü'nü kendi hikayesini kalıplara sokmadan bu kadar güzel anlatabilen Kumru'yu takdir ederek okudum. Bir sayfada ''Aa bu cümleyi ben yazmamış mıydım?'' diye düşündüm, bir başkasında ''Demek bunu bir tek ben yaşamamışım.'' diye tebessüm ettim. İnsan insanı en iyi yarasından tanırmış, çok memnun oldum Kumru.

Son olarak kitaptan en sevdiğim kısmı sizinle paylaşmak istiyorum: ''Bugüne kadar yan yana bir sürü hayvan besledik değil mi sevgilim? O hayvanların gözleri bizi öyle gördü. Yan yana. Bak, bir gün sen çok istediğin güzel yerlerde olsan, ben de kafama göre güzel bir yerde olsam. Ve bu güzel yerler birbirinden uzak olsa. Ve bu güzel yerlerden birbirimize doğru yürümek istemiyor olsak. Birimiz istiyormuşsa bile yürümeye engeller olsa. Çin Seddi'lik durumlar mevcut olsa. Biz o hayvanların gözlerindeyiz. Çok küçücük saniyelerle de olsa oradayız.''

11 Ekim 2016 Salı

Başucumda Müzik / Kürşat Başar

Hayatında en zevk alarak okuduğun kitaplar hangileri diye sorsalar, Başucumda Müzik kuşkusuz ilk üçe girer. Çok sevdiğim ve tercihlerine çok güvendiğim bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine iki yıl önce okuduğum bu kitap sayesinde Kürşat Başar'ın kalemiyle de tanışmış oldum. Daha önce okuduğum kitaplardan rastgele sayfalar açıp okumak adetimdir ancak bu ara Başucumda Müzik'i elimden düşüremediğimi fark edince baştan başlayıp okumak en iyisi diye düşündüm. İlk okuduğumda da kısa süre içerisinde bitirmiş olduğum Everest Yayınları'ndan çıkmış 507 sayfalık bu kitabı, bu defa da 3 günde okudum. Hikaye boyunca merakınızdan sayfaları hızlı hızlı geçmek isterken, bir yandan da tasvir edilen her duyguyu ve yüreğinize dokunacak her cümleyi içselleştirmek adına kendinizi yavaşlatmaya çalışacağınızdan hiç şüphem yok.

Kitabın konusundan kısaca bahsedecek olursak, 1950-60 yıllarında geçen hem çok karmaşık hem çok sakin hem de çok sancılı bir aşk hikayesi anlatılıyor. Bir genç kızın hayat üzerine yorumu, aşkla tanışması, kadın olma süreci ve içindeki küçük kız ölmesin diye çabalayıp durması... Kürşat Başar, önünde evlilik ya da yaş farkı gibi toplumsal normlara göre engel sayılabilecek bir sürü etken varken, her şeyi göze alıp duygusunun peşinden giden bir kadını yine kadının dilinden anlatıyor. Bu noktada bir erkeğin, bir kadının yüreğini bu kadar güzel anlatması yazarlıktan başka bir şey değildir diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Genelde bir roman okurken kendimi karakterlerin yerine koymayı severim fakat bu kitapta bunu asla yapamadım. Zaten karakterlerin gerçek hayatta belli kişilere tekabül ettiği söylentileri ve kitabın başındaki ''...Bu kitapta yazılanların hepsi gerçektir. Ama aynı zamanda hepsi yalandır. Çünkü onu ben yazdım.'' ifadesi insanı kişileri çözmeye ittiği için dışarıdan bir göz ile yaklaşıyorsunuz. Ayrıca 507 sayfa boyunca dilinden tüm hikayeyi dinlediğimiz kadın karakterin ismine dair hiçbir ifade de yer almıyor; bu da dikkatimi çeken bir başka noktaydı.

Kitapta beni en çok etkileyen şey belli anların, hislerin, duyguların ve durumların nasıl ve hangi cümlelerle tasvir edildiğiydi. O kadar çok altını çizdiğim ve o kadar çok içime işlediğim cümle var ki, bu kitabı başucumdan nasıl ayırabilirim bilmiyorum. Kitap boyunca okumayı en sevdiğim kısımlar ise, birbirine aşık iki karakterin yazıkları mektuplar ve notlardı. Siz bu konuda ne düşünürsünüz bilmem ama bu hayatta birine mektup yazmaktan daha naif ve daha ince bir davranış var mı, emin olamıyorum. Bomboş bir kağıda mürekkebini ve içindekileri akıtan, eski zamanlardan kalma zarif bir adetle tenini sindire sindire sadece sizin için kelimeleri sıralayan birinin sevgisini tartışamazsınız.

Eğer bir eleştiri getirecek olursam, metin boyunca göz çarpan yazım yanlışları ve imla hataları oldukça can sıkıcı olmuş. Bu kadar güzel bir kitap okurken böyle ufak şeylere gözüm takılsın istemezdim.

Hayatımda okuduğum en güzel üç kitaptan bir tanesiydi diye tanımladığım Başucumda Müzik'i tavsiye ettiğim arkadaşlarımdan beğenmeyenler de oldu. Sanırım böyle duygu yüklü kitaplar okurken hayatınızın bu hissiyatın içine girebileceğiniz bir döneminde olmanız gerekiyor, zira aynı frekansta değilseniz benim içime işlediğim cümle sizin üstünü dahi çizebileceğiniz bir ifade olamıyor. Eğer bu kitap için, siz de benim gibi aynı noktadan yükselirseniz benimle paylaşırsanız çok sevinirim.

Her zamanki gibi kitaptan hoşuma giden bir alıntıyla yazımı noktalıyorum: '' 'Bu adam, başlamışken bitirmek için okunan kitaplara benziyordu. Üstelik pek çoğunu acaba ne olacak diye okursun ama sonunda hiçbir şey olmaz.' demişti. ''


4 Eylül 2016 Pazar

Cehennem / Dan Brown

''Cehennemin kapıları İstanbul'a açılıyor.'' cümlesiyle dikkat çeken ve 574 sayfadan oluşan Cehennem, benim Dan Brown'dan okuduğum ikinci kitap. Ortaokul yıllarımda heyecan ve merakla okuduğum Melekler ve Şeytanlar'dan sonra, Cehennem de beklentilerimi karşılamanın ötesinde adeta büyüledi.

Kalın ve içerik olarak ağır bir kitap olmasına rağmen akıcılığı sayesinde kısa bir süre içerisinde bitirdim. Sizlere de tavsiyem, bağlamdan kopmamak adına kitabı elinizde çok süründürmemeniz olacaktır; zaten ilk sayfasından itibaren sizde oluşturduğu merak duygusu da buna izin vermeyecektir. İçeriğin çok hızlı ilerlemesi ve çok dolu olması sebebiyle bugün bırakılıp bir hafta sonra tekrar devam edebilecek bir kitap olduğunu düşünmüyorum.

Kitabın konusuna gelecek olursak, Dan Brown kitaplarının meşhur karakteri Robert Langdon bir hastane odasında hafızasını kaybetmiş olarak uyanıyor ve macera başlıyor. İlk andan itibaren bitmek bilmeyen bir hareket, koşuşturmaca ve aksiyon sizi içine alıyor. Dante'nin İlahi Komedya'sıyla ve ünlü cehennem tasvirleriyle bezeli roman, bu nokta üzerinden yükseliyor. Altın Kitaplar'dan çıkmış İlahi Komedya'nın sadece cehennem kısmının bulunduğu kitabı (buraya tıklayarak kitaba ulaşabilirsiniz) geçen sene okuduğum için, Dan Brown'un kitabını okumak ve anlamak benim için görece kolay oldu. Bu nedenle, sizlere de tavsiyem en azından internetten bu konuyla ilgili bir araştırma yaptıktan sonra okumaya başlamanız olacaktır.

Transhümanizm üzerinden yapılan nüfus tartışmaları kitabın kilit noktasını oluşturuyor ve beyninize mermi gibi bir soru bırakıyor: hızlı nüfus artışı nedeniyle 100 yıl içerisinde insanlığın yok olması mı yoksa bugün dünya nüfusunun üçte birini yok ederek insanlığı kurtarmak mı? İkinci yolu tercih eden bir adamın belli bir tarihte aktive olacak ve elbette ki Dante'nin cehennemiyle bağlantılı bir virüs üretmesiyle Langdon'ın İstanbul'a dek uzanan yolculuğu ve serüveni başlıyor.

İçerik hakkında daha fazla tüyo vermeden kitabın düşündürdüğü ve yarattığı algıdan söz etmek istiyorum. Nüfus, tarih boyunca her zaman şekillendirilmek istenilen ve yönlendirilen bir kavram olmuştur. Thomas Robert Malthus dünyadaki kaynakların kısıtlı olduğunu ve bir süre sonra insanlığa yetmeyeceğini söylemiş ve nüfusun azaltılması gerektiğini savunmuştur. Tam bu noktada bir soru beliriyor: Nüfus azaltılırken hangi gruplar yaşatılmak ve hangi gruplar yok edilmek isteniyor? Bu sorunun cevabı bizi ister istemez sınıf farkına yönlendiriyor çünkü Malthus üretimin devamının sağlanması ve kalkınma için zenginlerin desteklenmesi gerektiğini düşünürken, yoksullara para akışının kesilmesi halinde doğal bir seyirde istenilen nüfusa ulaşılabileceğini belirtiyor. Bunun yanı sıra, Kaliforniya'da zihinsel engellilik adı altında zorunlu olarak kısırlaştırılan insanların çoğunluğunun ten renginin siyah olması, durumu yeterince açıklayacak bir örnek.

Kitabın bana hatırlattığı en önemli kavram ise öjenikti. Öjenik için kısaca soy arıtımı diyebiliriz, amaçları nüfusu 'yararsız' addedilen grupları dışarıda bırakarak azaltmak. İkinci Dünya Savaşı sırasında öldürülen sağlıksız, engelli ve akıl hastası on binlerce insan öjenik kavramını anlamak için iyi bir örnek olabilir. Bir grup düşünün ki, sömürülmeye bile değer görülmeden hayatlarına son verilmiş... Öte yandan da, ebeveynlerin ikisinin de Alman olması koşuluyla beş çocuk yapanlara maaş bağlanmış.

Tüm bunların dışında, tarih boyunca ve hatta günümüzde bile kısırlaştırılan gruplar var, ısrarla doğum kontrol yollarının anlatıldığı bölgeler var, her zeminde desteklenen ve hiçbir zaman desteklenmeyen sınıflar var, haberleri olmadan tüpleri bağlanan kadınlar ve bebeklerinin kaderine karar verilen ebeveynler... Bütün bu manzaraya baktığımızda, belli grupların yaşatılabilmesi için belli grupların yok edildiğini görüyoruz.

Dan Brown'un Cehennem'inin bana düşündürdüklerinden kısaca bahsettikten sonra, eğer güzel bir polisiye-gerilim romanı okumak istiyorsanız bu kitabı şiddetle tavsiye ediyor ve kitapta kullanılan Dante'den bir alıntıyla yazımı noktalıyorum : Cehennemin en karanlık yerleri, buhran zamanlarında tarafsız kalanlara ayrılmıştır.

9 Temmuz 2016 Cumartesi

Bülbülü Öldürmek / Harper Lee

Ramazan Bayramı için yolculuğa çıkarken yanıma uzun zamandır rafta okunmak için bekleyen Bülbülü Öldürmek kitabını aldım. İyi ki de almışım, uzun zamandır böylesine soluksuz okuduğum nadir kitaplardan biri oldu. Çok ince bir kitap olmamasına rağmen elimden bırakamayarak 3 günde bitirdim.

Ülker İnce çevirisi ile Sel Yayıncılık'tan çıkmış 357 sayfalık bu kitabı geçen yaz babil.com'dan satın almıştım. Açıkça söylemeliyim ki, kitabı okurken hiç başka dilden çevrilmiş hissine kapılmadım; bu bağlamda çevirinin hakkını vermek gerekir diye düşünüyorum. Bülbülü Öldürmek, bir çocuğun gözünden Amerika'nın güneyinde yaşanan ırkçılık, ayrımcılık, ötekileştirme, cinsiyetçilik ve eşitsizlik durumlarını anlatıyor. Bir çocuğun saf ve yalın penceresinden adalet, özgürlük, eşitlik, toplumsal cinsiyet rolleri gibi birçok kavram sorgulanıyor. Çocuk kahramanımız Scout Finch, kendi büyüme sürecinde etrafında olup bitenleri komşuluk ilişkileri, ilçenin genel havası, babasının avukatlık mesleği üzerinden anlatıyor.

Haksız yere suçlanan bir ''zenci''nin davalarıyla alevlenen olaylar kitabın yükseliş noktası diyebiliriz. Sayfaları geçerken bir an okuduğunuzu unutup kendinizi kocaman bir mahkeme salonunda hayal ediyorsunuz. Kitap sizi içine öyle alıyor ki, bu haksızlığa tahammül edemeyip bir laf etseniz yüzlerce surat size dönecek ve bir yargıç size susmanızı söyleyecek; işte bu yüzden sessizce hızlı hızlı sayfaları atlıyorsunuz. Olayların akışı bu kadar heyecanlıyken sonunu sizin keyifle okuyacağınız dakikalara bırakıyorum.

Irkçılık üzerine şekillenen ve hep bu kavramla konuşulan Bülbülü Öldürmek, bence çok ön planda olmamasına karşın çok önemli bir başka konu hakkında inanılmaz derecede mesajlar veriyor. Sayfaları atlarken bir bakıyorsunuz toplumsal cinsiyet rolleri üzerine kafanızda sorular oluşmaya başlamış. Kadın olmak nedir, erkek olmak nedir, bu bir an mıdır yoksa bir süreç mi ve bir süreçse bu süreç ne zaman başlıyor... Kahramanımız Scout kız çocuğu olmanın normlarına asla uyum sağlayamayan, tulumunu üzerinden çıkarmayan, abisiyle erkeklere addedilen oyuncaklarla oynamaktan inanılmaz zevk alan, ''bir kız gibi'' ile başlayan cümleler duymamak için kimsenin cesaret edemeyeceği işlere kalkışan ve halasının arkadaşlarıyla kahve içip dedikodu yaptığı ortamlarda sıkıntıdan fenalık geçiren bir kız çocuğu. Kitap boyunca abisi zamanla kendi özgürlük alanını oluştururken, Scout' a sürekli telkinlerde bulunulduğunu görüyoruz. Hatta ''bir hanımefendi'' gibi yetişebilmesi için halası gelip Scout'un bakımıyla ve terbiyesiyle ilgileniyor. Scout'tan kibar, nazik, kırılgan, şık giyinen, suya sabuna dokunmadan ılımlı halini koruyabilen bir hanımefendi olması bekleniyor ancak Scout o tulumlu kız olmaktan asla vazgeçemiyor. Kendini gerçekleştirebilmesi için etrafındaki bütün sınırlar kaldırılan erkekler ve kendini unutup istenilen kalıba girmesi için telkin edilen kadınların birer örneği olarak Jem ve Scout her şeye rağmen inanılmaz bir kardeşlik tablosu çiziyor.

Siyah ve beyaz olmanın anlamsız kavgası ırkçılık kavramıyla kitabın hemen her sayfasında boy gösteriyor. Bir beyaz için çok kolay görünen şeyler, sırf teniniz başka renk olduğu için kördüğüme dönüşüyor. Kitapta vurgulanan söz aslında her şeyi anlatıyor: ''İstediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır.''

Kitabın bir bölümünde Hitler ve Yahudilerden şaşkınlıkla ve öfkeyle bahseden insanlar birkaç sayfa sonra salt bir ten rengi yüzünden ırkçılığın hat safhalarında yüzüyorlar. Şimdi de düşünmek lazım diyorum; siyah ya da beyaz olmanın doğurduğu bu ayrımcılıktan nefretle bahsederken başka konularda yanlışa düşüyor olabilir miyiz? Herkes hem bir yandan bir önceki dönemin ırkçılarından nefret eder hem de yarın için yenileri beslerse, saksağanların kaderi ebediyen ölüm olacaktır.


19 Nisan 2016 Salı

BİR YUDUM KİTAP

biryudumkitap.com abonelerine her gün 5 dakikada okunabilecek kitap pasajları yolluyor. Tek yapmanız gereken web sitesi üzerinden kayıt yaptırarak bu ağın bir parçası olmanız ve her sabah saat 8'de mailinizi kontrol etmeniz.

Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine abone olduğum Bir Yudum Kitap, '' Her sabah bir yudum kahve, bir yudum kitap kalbinize iyi gelir. '' sloganıyla yola çıkmış harika bir servis. Neredeyse bir buçuk aydır her sabah mailime kimi zaman yabancı, kimi zaman yerli yazarların kitaplarından pasajlar ve bazen de şiirler geliyor. Bu siteden bahsetmek için kendime biraz zaman tanıdım çünkü ilerleyen süreçte sıkılıp sıkılmayacağımı ya da sistemin düzenli ilerleyip ilerlemeyeceğini görmek istedim. Bu bir buçuk ay boyunca harika metinler okudum, çok güzel alıntılar not ettim ve okunacaklar listesi çıkarttım. Bu şekilde çok memnun kaldığım için de sizlerle paylaşmak istedim.

Günlük hayatın koşuşturması içinde herkes okuyamamaktan yakınıyor. Kimse eskisi gibi eline gazete bile almıyor, haberleri dahi bir noktadan bir noktaya yolculuk esnasında telefonlarımızdan okuyoruz. Okuyamamaktan ve vakitsizlikten bu kadar yakınan bir toplum için Bir Yudum Kitap inanılmaz bir fırsat sunuyor. Günde sadece 5 dakikanızı alacak pasajlarla birçok yazar ve kitap hakkında bilgi sahibi olabilir, okuma alışkanlığınızın sekteye uğramasına engel olabilirsiniz. Otobüste, trafikte ya da uyanır uyanmaz kendinize gelmek için, öğle yemeği yerken veya akşam tüm işinizi bitirdikten sonra ayağınızı uzatıp dinlenirken 5 dakikalığına başka bir dünyada olmak, bir anda hiç tanımadığınız karakterlerin arasına dalmak insana adeta nefes aldırıyor.

Zaman açısından pratik oluşunun yanı sıra, eğer kitap seçme konusunda çok başarılı değilseniz ve daha fazla talihsizliğe uğramak istemiyorsanız, Bir Yudum Kitap ile kendinize harika bir okunacaklar listesi hazırlayabilirsiniz. Nasıl ki bir filmi izlemeden önce fragmanına bakıyorsak, bu site de bize bir nevi kitabın fragmanını sunuyor. Okuduğunuz metin boyunca kullanılan dil, olay, ana fikir ve karakterler sayesinde o kitaptan zevk alıp alamayacağınızı ya da size neler katabileceğini anlayıp satın alıp-almama kararı verebilirsiniz. Bu bağlamda bu siteyi çok yararlı ve başarılı buluyorum.

Son olarak belirtmek gerekir ki, Bir Yudum Kitap ücretsiz bir servis sunuyor. Herhangi bir ödeme yapmanız gerekmiyor, tek yapmanız gereken üye olmak ve onların maillerini beklemek. Okuduğunuz şeyler geldiğinde gülümsemek, okumadıklarınız geldiğinde ise fikir edinmek istiyorsanız hemen bu linkten kayıt yaptırabilirsiniz : biryudumkitap.com

16 Şubat 2016 Salı

Kavim / Ahmet Ümit

Kavim ilk sayfasından son sayfasına dek heyecan ve merak ile okunan, son derece akıcı ve dopdolu bir kitap. Eğer bir kitabı seçerken amacınız salt kurguyu okumak değilse, aynı zamanda belli konular ile ilgili bilgi sahibi olmak ve fikir edinmek istiyorsanız Ahmet Ümit'in kitapları tam size göre diyebilirim. Kitabı bitirdiğinizde çok iyi bir polisiye roman okumanın dışında belleğinizde bir dolu bilgi biriktirmiş oluyorsunuz. Şahsen çok bilgi sunan kitaplardan pek hoşlanmamama rağmen, şüphesiz Ahmet Ümit bu işi o kadar iyi yapıyor ki Kavim'i de öncekiler gibi zevkle ve keyifle okudum.

Ahmet Ümit'in kitaplarını alırken genelde cep boyu almayı tercih ediyorum çünkü kitapların içeriğinin zenginliği ve hikayenin uzunluğu sebebiyle bir solukta okunacak kitaplar değiller. Öte yandan başladığınız andan itibaren sizi etkisi altına öyle alıyor ki, elinizden de bırakamıyorsunuz. Bu nedenle gün içinde boş kaldığım her anı okuyarak değerlendirmeyi tercih ediyorum. Otobüste, ders aralarında ya da birini beklerken okuyabilmek için de küçük boy kitaba sahip olmak daha mantıklı oluyor. Kavim'i de Everest Yayınları'ndan çıkmış 532 sayfalık küçük boy kitaptan okudum.

Kitabın içeriğinden söz edecek olursak, Kavim dini simgeler kullanılarak işlenmiş bir cinayetle başlıyor. Kiliselerde kullanılan kokular, sapında haç olan bir bıçak ve altı kanla çizilmiş cümlelerin olduğu kutsal kitap. Bu enteresan cinayetle başlayan hikaye elbette ki bununla sınırlı kalmıyor ve hızlı gelişen ama nefesinizi tutarak okuduğunuz gelişmeler ile ilerliyor. Ahmet Ümit her zamanki gibi tam da yolun sonu artık dediğiniz anda köşeden öyle bir dönüyor ki, adeta hızına hız katıyor. Kitabın içeriği hakkında çok ipucu vermek istemiyorum ancak kitap süresince Hıristiyanlık, Süryanilik, Nusayrilik ve hatta Rumlar, Türkler, Kürtler hakkında birçok şey öğreneceksiniz. Ben okurken sıklıkla kitabı bırakmış ve internetten araştırma yaparken buldum kendimi, eğer siz de benim gibi bu konular hakkında çok donanımlı değilseniz muhakkak merakınız körüklenecektir.

Evet muazzam bir polisiye roman okuyorsunuz, evet Hıristiyanlık başta olmak üzere belli alanlarda bilgi sahibi oluyorsunuz ama kitabı bitirdiğinizde bu kurgunun bir derdi olduğunu da anlıyorsunuz. Üzerinde yaşadığımız bu topraklar yüzyıllardır ne hikayeler, ne toplumlar, ne kültürler yaşatmış. Çoğumuz sadece günümüzü baz alarak okusak da bu toprakları, geriye dönüp baktığımızda öyle kalabalık ki... Bu zenginliğe şaşırsa mı insan, yoksa nasıl da unutmuşuz diye üzülse mi bilemiyor. Ahmet Ümit de şahane kalemiyle o unutulmaya yüz tutmuş kültürlerinden birine ışık tutuyor; daha rahat görebilelim diye. Okuyanlara bu topraktaki Hıristiyanlık kökleriyle yüzleşme fırsatı sunuyor.

Bir mekan üzerinde var olan dinamiklerle, yaşanmışlıklarla, hikayelerle ve insanlarla var olabiliyorsa, bugün bu ülkeye yaptığımız korkunç bir haksızlıktır. Onca uygarlığın, topluluğun, kültürün, adetin, geleneğin, inancın önüne koca bir set çekip sınırları çizilmiş davranışlar ve kültürlerle yaşamak -hatta yaşamak zorunda kalmak- belki de bize yapılmış en büyük haksızlıktır.

Ahmet Ümit'in Sarıkamış'ta yaşamını yitirmiş asker dedesine ithaf ettiği Kavim'i bana önceki kitaplarında da olduğu gibi geç kalmışlık hissi verdi. Her Ahmet Ümit kitabında ''Neden daha önce okumadım ki?'' diyorum, bu yüzden daha fazla geç kalmadan mutlaka Kavim'i okuyun derim.


1 Şubat 2016 Pazartesi

Gollik / Hayko Bağdat

Kitabı bitirdiğimden beri aklımda hem söyleyecek binlerce şey var hem de ne söylersem söyleyeyim eksik kalacakmış hissi. Hayko Bağdat hayatından hikayeler ve anlarla her şeyi öyle güzel aktarmış ki, belli mesajlar ve fikirler okumuyorsunuz; hissediyorsunuz.

Bir önceki kitabı olan Salyangoz'da yarım bıraktığı tadı Gollik ile tamamlamış diye düşünüyorum. Ben Salyangoz'u olduğu gibi Gollik'i de bir solukta elimden hiç bırakmadan bir kerede okudum. Bunun en önemli nedenlerinden bir tanesi Hayko Bağdat'ın sanki konuşuyormuş, sizinle sohbet ediyormuş gibi yazması. Büyük yazar olma çabası içine düşüp karmaşık, zor  ve çoğu zaman anlaşılmaz yollara girmek yerine, okumuyor da dinliyor havası yaratabilmesi bence muazzam bir başarı. Açıkçası ben de o sohbeti yarım bırakamadığımdan bir solukta bitirdim kitabı. Ayrıca kitaba hayatının en önemli anları ve insanları ile alakalı fotoğrafları eklemesi de çok hoşuma gitti ve bu sohbet havasını kuvvetlendirdi diye düşünüyorum. Evet, kitabı bir solukta bitirebiliyorsunuz ancak etkisinden öyle bir solukta kurtulamıyorsunuz. Ben her kitabı bitirdiğimde onu karşıma alıp biraz düşünürüm, inanın Gollik ile bayağıdır bakışıyoruz.

Hayko Bağdat zaman zaman gülümseterek ve zaman zaman gözlerinizi dolduracak derecede hüzünlendirerek aslında 'öteki' dediğimiz şeyin ne kadar anlamsız ve saçma bir şey olduğunu anlatmaya çalışıyor. Okurken 'ideal' ve 'öteki' kavramlarının aslında üretilmiş şeylerden ibaret olduğunu bir kez daha fark ettim. Empati duygunuzu körükleyecek ve  bakış açınızın başını döndürecek şeyler anlatıyor, aslında sadece hatıralarından bahsediyor gibi olsa da. Zaten işin yükselme noktası da burası; Hayko Bağdat tüm bunları ''gollik'' hallerini anlatırken bize hissettiriyor.
Bugüne kadar yapılmış ''Aslında hepimiz kardeşiz.'' ya da ''Benim de Ermeni arkadaşım var abi.'' klişelerinin dışına çıkıp bambaşka bir havayla üretilmiş ideal tiplerin ve üretilmiş ötekilerin kesiştiği noktaları ve hatta bazen birbirlerine sırt çevirişlerini anlatıyor. Bunları yaparken kız isteme hikayesinden de, Ahmet Kaya ile olan anısından da askerliğinden de kesitler sunuyor bize.

Bu kadar övgüden sonra illa ki eleştirecek bir şey bulmam gerekirse, ben kitap kapaklarına yazarın fotoğrafının konulmasını şık bulanlardan değilim ne yazık ki. Bir tane daha kitap gelirse- ki umarım gelir- daha ilginç ve değişik bir kapakla karşılaşmayı isterim doğrusu.

İnkılap Yayınevi'nden çıkmış olan 142 sayfalık bu kitap sizi hem güldürecek hem üzecek hem de gerçekten düşündürecek. Mutlaka okuyup kendinize düşünmek için o süreyi verin derim.